0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

19. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“GECE YARISI GÜNEŞİ VE ÜSTÜNE KAR DÜŞMÜŞ DAĞ”

Ben su alan bir kayıkta sana gelsem, sen karada bana el sallasan...

Ölüm soğuktu, bunu babama sarılırken anladım. O gece bacağına sarılıp uyurken üzerime kar düşmüş gibi hissettiğimi şimdi bile hatırlıyordum. Hava soğuyor sanıyordum ama ölüm soğuğuymuş, anlamıyordum. Kendini o ipe asmadan önce üşümemem için sobayı yakmıştı ama ölümünün bütün evi buz keseceğini düşünememişti.

Baba sen o sobayı yaktığında ne beklemiştin?

O sobanın yanına geçip senin ipten sarkan bedenini izlememi mi?

Leo’nun yanına ne zaman gelsem annemi, babamı, geçmişi düşünürüm. Babam intihar etmişti ve içten içe sebep olanı annem olarak görmüştüm. Annemin olduğu kişiye dayanamamış ve benden vazgeçmişti. Annemden geçemeyip benden geçmişti... Sanırım...

Leo, annemin babama olan ihanetinin bir göstergesiydi ama ona baktığımda bu gerçeği düşünmekten bile utanıyordum. O, tüm bu çirkinliklerin gerisindeydi. Küçücüktü ve masumdu. Şimdi karşımda, ona aldığım çikolatayı kemiriyor, yetimhanenin renkli salıncağında sallanıyordu. Artık büyüdüğünü iddia etmiş, ben kocaman adamım, sallanabiliyorum demişti. O hep kocaman bir adam olmak isterdi.

Tıpkı onun gibi.

Hazer’in.

“Safir, ben kocaman adam olamamışım... Sallayamıyorum kendimi, beni sallar mısın?”

Onun tatlı sesini duyduğumda gözlerimi telefonumdan çekerek ona baktım. Salıncakta gayretle kendini ileriye itiyordu. Günün erken saatleriydi, kalkar kalmaz hazırlanıp buraya gelmiş, Leo ile vakit geçirmeye başlamıştım. “Tabii sallarım ama bana neden hâlâ ısrarla Safir diyorsun? Yoksa... Beni ablan olarak görmüyor musun?”

Dizlerimin üstünde salıncağın önünde eğildiğimde Leo’nun bakışları benimle buluştu ve kafasını kuvvetle iki yana salladı. “Benim burada hiç arkadaşım yok, sana Safir dediğimde sanki arkadaşımmışsın gibi hissediyorum. O yüzden öyle diyorum Safir... Kızma bana.”

Ona bakıp da kendimi görmemek ne mümkündü...

Benim gibi ürkek, benim gibi çekingendi. Kalabalıktan korkar, arkadaşlık kuramazdı. Uzanıp montumun cebinden peçete çıkardım ve çikolata bulaşan ellerini silmeye başladım.

“Ben zaten senin arkadaşınım ama aynı zamanda ablanım da. İster Safir de ister abla de, hiç kızmam.”

Şefkatim karşısında hem utandı hem de mutlu oldu. “Şey, başka çikolata var mı?”

“Var ama peş peşe yeme, bunu da akşam yemeğinden sonra yersin olur mu?”

“Olur,” dedi ve ellerini salıncağın demirlerine yerleştirerek kendini ileriye itti. “Off! Olmuyor Safir, sallanamıyorum.”

Parkta kimse yoktu, ben izin alarak onu aşağıya indirmiştim. Arkasına geçtim ve eğilerek onu sallamaya başladım. “Biraz daha büyüdüğünde tek başına sallanacaksın.”

“Büyük adam olduğumda mı?”

Şefkatle dudağımın kenarını kıvırdım. “Seni büyük bir adamla tanıştırmamı ister misin?”

“Yaa?” dedi hayret ve heyecan içinde. “Sen büyük adamları tanıyor musun?”

Gözlerimin önünde Hazer’in görüntüsü oluştu ve ruhumdaki canavarı korkutmaya sanki gölgesi bile yetti. “Dağ gibi,” dedim Leo’nun dudağındaki tebessüme dalgınca bakarken. “Büyük mü büyük bir adam. Çok korkusuz görünüyor, hep senin o sevdiğin takım elbiselerden giyiyor ama... Büyük olmasına rağmen hiç de korkutucu değil.”

Leo hayranlıkla beni dinliyordu. “Ne zaman tanıştıracaksın bizi Safir?”

“Aslında onu bir kere gördün.”

Onları tanıştırma fikri aklıma nereden gelmişti? Leo büyük adamları sevdiği için mi? “Bir gün tanışırsınız,” dedim.

“Daha hızlı salla Safir, lütfen.”

Bazı harfleri söyleyememesine gülümseyerek onu biraz daha hızlı salladım, bir yandan temkini elden bırakmıyordum. “Şapşal,” dedim ona ve o an bu kelimenin ağzıma nereden yapıştığını hatırlayarak yutkundum.

Bana şapşal diyen Hazer için ben de böyle sevimli mi görünüyordum?

Kan yanaklarıma hücum ettiğinde Leo’yu kontrol ederek elimdeki telefona baktım ve hevesle mesajlara girdim. Hazer’le en son dün konuşmuştuk, o, beni iki gözümden öpüp evimden ayrıldığında... Bir an göz kapaklarımın üstünde parmağının yakıcı baskısını hissederek yanında durduğum direğe tutundum ve sık nefesler aldım. Yurt dışına çıkacağını söylemişti, uçup gitmiş miydi? Ne zaman dönecekti?

Çabuk dönse ya...

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Günaydın Han.

Mesajı gönderir göndermez telefonu elimle beraber kalbime yasladım ve yanağımda soğuk metali hissederek gözlerimi yumdum. Yurt dışındaysa mesajım hemen gider miydi? Birkaç dakika heyecan içinde bekledim ama telefon titremedi. Mesajı atalı dört dakika olmuştu ama cevap vermemişti, normalde hemen verirdi. Tabii olabilirdi ama bu kalbimin burkulmayacağı anlamına gelmiyordu.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Madem cevap vermeyecektin neden bana mesaj at dedin ki?

Soğuyan ellerimi nefesimle ısıttım ve düşen omuzlarımı dikleştirdim. Neden ikinci mesajı atmıştım ki? Meşgul olabilirdi, görmemiş de olabilirdi. Ona hesap mı soruyordum?

Gönderen: Sadece Hazer :)

Yüz ifaden çok komik.

Yüz ifadem mi? Yüz ifademi nereden biliyordu? Ne yazacağımı bilemeyerek ekrana baktım ve Leo’nun sesini duyduğumda irkildim. Salıncaktan inmiş, montumu çekiştiriyordu. Hafifçe eğilip onunla yüz yüze geldiğimizde, “Çok üşüdüm, içeriye girebilir miyim?” diye sordu. “Ama öbür çikolatayı da ver öyle gireyim.”

Uzanıp kızarmış yanaklarına birer tane öpücük kondurdum ve montumun cebinden çikolatayı çıkardım. Leo çikolatayı elimden kapıp sevgiyle yanaklarımı öptü. “Bir daha gel Safir.”

Onun sapsarı, güzel saçlarını okşayarak acıyla gözlerimi yumdum. Bana tereddütlü sarılışına karşılık verdim. O masumdu, acıları tarafından büyütüldüğünde de böyle kalacak mıydı? Tanrım, o hep beyaz bir sayfa olarak kalsın, beni zaten yeterince karaladılar. 

“Geleceğim,” diye söz verdim ona. “Belki de büyük adamla...”

Kıkırdayarak benden ayrıldı. “Bir dahaki sefere üç çikolata isterim.”

“Kaç tane istersen alırım sana.”

Arkasını döndü, koşarak yetimhanenin kapısından içeriye girdi. Onu mutlu etmiştim. Ben kendi içimde büyük bir yaraydım ama bazen birilerinin ağır yarasına bez bastırmayı da seviyordum. Sevgiyi seviyordum, sevgiyi paylaşmayı.

Arkamı dönüp dış kapıya yöneldim. Telefonumu cebimden alırken başımı da önüme eğdim. Demir kapıdan çıkıp elimdeki telefona baktım ve telaşlı parmaklarımın mesajlara girmesine mâni olamadım.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Gittin mi?

Kaldırım boyunca yürürken nefesimi tutup mesajını bekledim.

Gönderen: Sadece Hazer.

Gidiyorum, uçaktayım şu an.

Daha yeni gidiyorsa Tanrı bilir ne zaman gelirdi? İç çektim. Ne yazacağımı bilemeyerek parmaklarımı mesajında gezdirdim.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Ne zaman döneceksin?

Tamam, burada olmadığı için kızarmamam gerekirdi ama boynuma kadar ısınmıştım. Bu mesajımı okuyunca ne düşünecekti?

Ben seni düşünüyorum Hazer, senin de beni düşündüğün oluyor mu?

Gönderen: Sadece Hazer :)

Şapşal, kafanı kaldır da yukarıya bak.

Ayaklarımın burnuna bir ayakkabı değdiğinde irkildim. Kafamı hızla yukarıya kaldırdığımda, Hazer’i hiç beklemediğim kadar yakınımda buldum. Karşımdaydı, doğrudan göz gözeydik ve beni büyük anlamda şaşırtmıştı. Sarsılarak geriye doğru bir adım attım ve sırtım duvarla bütünleştiğinde, “Buradasın,” diye fısıldadım, ne dediğimi bilemeyerek. “Gitmemişsin...”

Elim, sanki burada olduğunu kendime kanıtlamak için ona doğru uzandığında, Hazer’in bakışları elime düştü ve o an parmaklarım ikimiz arasında asılı kaldı.

“Buradayım,” dedi Hazer, benimki kadar kısık ve kaybolmuş bir sesle. “Ama sen bence bir dokunup kontrol et. Yani burada olup olmadığımı...”

Hazer yukarıdan aşağıya, nefesini tutup bana bakarken gözlerim bütün çehresini gezdi. Kalın kaşlarının altından gözlerini, gözlerinin altından çilli yanaklarını, sakalsız çenesini... Dudağımın kıvrıldığını fark ederken yanaklarımın kızaracağını bilerek uzandım. Ceketinin ucundan tutarak fısıldadım: “Buradasın.”

Hazer hızlıca kafasını salladı ve gözlerini indirerek ceketinin ucuna baktı. Tombul parmaklarım ceketini ürkekçe kavramıştı ve o baktığında sanki çekecek gibi olmuştum. Hazer bunu anlamış gibi bana bir adım daha atarak o ceketi daha sıkı tutmamı sağladı. “Kendimi burada buldum,” diye konuştu ve elinden birini sık sık yaptığı gibi ensesine götürdü. “Ben de anlamadım nasıl olduğunu.”

Elim hâlâ ceketini tutuyordu. Ürkekçe ama isteyerek.

Şaşkınlığım yerini büyük kalp çarpıntılarına bıraktığında, verecek bir cevap arayışına çıktım. “Beni kandırdın, uçaktayım dedin!”

Eli ensesinde kalırken, “Uçakta telefonum kapalı olurdu, buradan anlayacağını düşünmüştüm,” diye açıkladı hızlı bir şekilde. “Kandırmadım! Vallahi bak.”

Ah, bu bilgiyi bildiğimi bile hatırlamıyordum. Kızardım, kendimi cahil hissederek mırıldandım. “Ben hiç uçağa binmedim, tabii bu uçakta telefon kullanılmadığını bilmememin bir sebebi olamaz ama...”

Hazer kaşlarını kaldırarak cümlemin arasına girdi. “Binmek ister misin?”

“Efendim?”

“Uçağa?” dedi sorarcasına. Nefesi yüzüme doğru alçalıyordu. “Binmek ister misin?”

“Çok,” dedim içimden geldiği gibi. Başımı yanıma doğru eğdim ve kızaran yanaklarımı gizlemesi için saçlarımı önüme aldım. “Çok isterim ama binemedim işte. Benim dünyayı gezmek gibi hayallerim var ama gerçekleştiremiyorum. En çok da Kuzey Işıkları’nı görmek...”

“Belki gerçekleşir,” dedi Hazer ve tekrardan ceketini kavrayan parmaklarıma baktı. Dudağının kenarı kıvrıldığında, ileride bir gün bu ânı en çok tebessümüyle hatırlayacağımı anladım. “Belki birinin hayali de senin hayallerini gerçekleştirmek olur.”

“O birisinin hiç kendi hayali yok mu ki?”

“Artık var.”

Bir an saçlarım yüzünden onu göremediğimde, ellerimi çekmek için saçlarıma götürdüm ve Hazer de o an saçlarıma uzandığında parmaklarımız buluştu, gözlerimiz kucaklaştı. O anda kaldık. Nefesimizi tuttuk. Üşümüş parmak uçlarımız sanki ısınmak için birbirine dokunurken, ikimizin de göz bebekleri hafifçe büyümüştü. Ne ben ne de o saçlarımı çekemedi, saç tutamlarım gözlerimizin önünde uçuşurken yalnızca birbirimize baktık.

“Affedersin,” dedi Hazer ve elini yavaşça çekerek yüzümden uzaklaştırdı. “Kazayla oldu.”

“Sorun değil ki.”

Başını salladı ve saçlarıma bakarak burnundan derin nefesler aldı. Parmaklarımı saçlarımda oyalarken, iyi bir dikim ürünü olan takımını inceledim.. Lacivert renkli takımını yine aynı renk kravatıyla birleştirmişti.

“Burada olduğumu nereden biliyordun?” diye sordum, sessizlik bana bayılacakmışım gibi hissettirirken. “Üstelik senin işte olman gerekmiyor muydu?”

Başımın üzerinde derin bir nefes alırken, elinin birini açıp kapadı ve sanki kendini bir şey için zorluyormuş gibi gerginleşti. “Sabah evine geldim, sen çıkıyordun. Ben de kendimi senin arkandan gelirken buldum, buraya gelince de kardeşinin yanından ayrılmanı bekledim. Ayrıca evet, öğleden sonra şirkete geçeceğim senorita.”

Elim hâlâ ceketini tutuyordu...

Kafamı salladım, parmaklarım ceketinin uçlarını avucumun içine doğru hapsederken, boğazımdaki düğümleri çözmek için üst üste yutkundum. “Sana günaydın mesajı attım,” dedim, parmaklarımı yukarıya çıkararak ceketindeki düğmeyi tuttum. “Sıra sende. Yarın sabah da sen atacaksın değil mi?”

Hazer’in göğsü yükseldi ve ceketinin altındaki omuzları dikleşti. Aramızdaki sıcaklık öyle artmıştı ki sanki aldığım her nefeste içime ateşi çekiyordum. “Atarım, atmazsam ne olayım yani... Akşamları da atarım, iyi geceler yazarım, eğer istersen...”

“Olur,” derken, kalbimin adeta boğazıma fırladığını hissediyordum. “Ben zaten akşamları seni düşünüyorum...”

Gözlerim onun ütülü gömleğine bakarken kocaman oldu ve ateş güçlü şekilde yanaklarıma hücum etti. Bunu söylemeyi planlamamıştım, sadece düşünmüştüm ve... Dudaklarım çaresizce, duruma uygun düşen birkaç kelime söylemek için aralandığında, “Yaa,” dedi Hazer Han. Sesindeki bir şey kaburgalarımın kalbime doğru batmasını sağladı. “Çok ilginç, çünkü ben de seni düşünüyorum. Bir anda oluveriyor, anlamıyorum. Allah Allah, neden acaba?”

“Yaa,” dedim incecik bir sesle.

“İşte o zaman elim telefona gidiyor,” dedi Hazer, boğuk sesiyle. Bir an durdu, sustu. “Hatta toplantıda olmuştu geçen, bir anda aklıma sen geldin. Seni düşününce işte konuşulanları da hep kaçırmışım, çalışanlarım fark etmesin diye üste çıkmak zorunda kaldım ve hepsini azarladım.”

Dudaklarım titrek bir gülümsemeyle kıvrıldı. Elimin biri kızarıklığı saklamak için yanağımda oyalanırken, “Çalışanlarını azarlaman hiç hoş değil,” dedim.

“Evet, daha hoş olan şeyler var.”

Nefesimi tuttum.

“Bence de daha hoş şeyler var.”

Cesaret edip gözlerine baktım. Ufuk çizgisindeki güneşin içimdeki karları erittiğini hissettim. “Bir daha öyle toplantılarda falan aklıma gelme.”

Utanarak bakışlarımı hemen indirdim. Ceketindeki düğmeyi çevirirken, “Peki,” dedim, sanki bu benim elimdeymiş gibi. “Ama aklına gelmemem için beni düşünmemen gerek.”

“İşte,” dedi Hazer Han, derin bir iç çekiş sonrasında. “Onu yapabilsem...”

Kafamı salladım. Nihayet artık ceketini bırakmam gerektiğini hatırlayarak parmaklarımı uzaklaştırdım. “Özür dilerim,” dedim bir anda. “Ceketini kırıştırmışım.”

Hızlıca cevap verdi. “Hiç problem değil!”

Bana kızmaması o kadar hoşuma gidiyordu ki, onun yanında rahatça konuşabiliyordum. Hazer bana özgürlüğü veriyordu, yıllarca yapmak istediğim yapmamı sağlıyordu. Beni konuşturuyordu. Ne bakışlarıyla ne de sözleriyle beni susturmuyordu.

Merhamet kalbimde kök salıyordu.

Hazer mesafeyi açarak ayakkabılarının üstünde gerilediğinde kendime çekidüzen vermeye çalıştım. Arabası yoktu, Kerem neredeydi? Sanırım beni yürüyerek takip etmişti. Takip edilmek... Korkunç bir eylem olsa da Hazer söz konusu olduğunda tehlikede hissetmiyordum.

Hazer uzaklaştığında saçlarımı düzelterek kaldırımdan indim ve ona bakmadan, yürümeye başlayan adımlarını takip ettim. Şirkete sanırım dans provası yaptıktan sonra gidecekti ama o zamana kadar ne yapacaktık? Yapacaktık? Neden beraber hareket edeceğimizi düşünüyordum ki? Ellerimi montumun cebine soktum ve parmak uçlarımda tekrar kaldırıma çıkarak, dans eder gibi yürümeye başladım. Sokakta pek fazla insan olmadığı için bunu yaparken rahattım. “Hazer?”

“Efendim güzelim?”

O bir kâşif, diye düşünmüştüm. Kalbimin yerini keşfetti. O bir kâşif ve bu kalbi nasıl hızlandıracağını biliyor.

Vücudum bir an, gerçekleşmesini ümit edip hiç gerçekleşmeyen o hayallerimi taşıyormuş gibi ağırlaştı. Büyürken kalbimi bir canavarın ellerinde bulmuştum ama Hazer, o canavarı gölgesiyle ürkütüp korkularımı azaltıyordu. Ürküp kaçabilirdim ama bana bu kelimeyi kurduğunda sadece elimi göğsüme bastırıp gözlerimi kapatmıştım.

Hazer benim kaldırım kenarında durduğumu fark etmeden elleri cebinde sokağın sonuna doğru yürümeye devam etti. Çok manasızdı ama ayaklarımı kıpırdatıp öylece arkasından gidemiyordum. Hazer biraz sonra sokağın sonunda, muhtemelen adım seslerimi duymadığından olsa gerek duraksadı ve omzunun üzerinden bana döndü. Duraksadı, kaşları çatıldı. Ardından aniden yanakları kızardı. Sanki ne dediğini yeni fark etmişti. Aynı anda bakışlarımızı kaçırdık ve yüzlerimizi başka yönlere çevirdik.

Montumun üzerinden elimi kalbime bastırmaya devam ettim ve tekrar onun peşine düştüm. Sanki ona yetişmem için daha yavaş adımlarla yürümeye başladığında aramızdaki mesafe azaldı. Az sonra yeniden ona yakın bir mesafede yürümeye başladığımda, terleyen avuçlarımı üstüme doğru sürmeye çalışıyordum.

“Ne diyecektin?” diye sordu Hazer, birkaç dakika sonrasında. Köşeden dönüp başka bir sokağa girmiştik. “Hazer dedin ya az önce?”

Sırtına baktım, üstünde yalnızca ceketi vardı ve üşümüyor olması imkânsızdı. Neden kabanını giymemişti? “Yurt dışına neden gitmediğini soracaktım,” dedim.

“Gideceğim,” diye yanıtladı ve içime çarpan dalganın sertliğine hayret ederek omuzlarımı düşürdüm. “Yalnızca biraz erteledim.”

Gidecek, kaçışı yok.

Kafamı salladım, bu konuda diyecek başka bir şeyim yoktu. “Peki şimdi nereye gidiyoruz?”

“Nereye gittiğimizi bilmiyorum,” dedi alçak bir sesle. “Kahvaltı yaptın mı sen?”

“Sim...”

“Buraya gelirken yolda alıp yediğin simiti kastetmiyorum,” dedi ben cümlemi tamamlamadan. “Zaten yarısını yolda gelirken gördüğün kuşlara dağıttın.”

Parmak uçlarımda yükselirken, “Açlardı,” dedim. “Ben de simidimi paylaştım.”

“İyilik meleği misin sen?”

“Kanatlarım yok ki benim,” diyerek kendi etrafımda döndüğümde, Hazer’in dudağının kenarı kıvrıldı. “Şapşal.”

Tabanlarıma basarak ağrıyan parmaklarımı dinlendirirken, “Ayrıca melek olmam gerekmez,” dedim ve ensesini kaşıyan parmaklarına baktım. “Aç hayvanları doyurmak için insan olmam yeterli.”

“Evet,” dedi ve arkamızdaki araba sesini duyarak başını omzunun üzerinden bana çevirdi. Kaşlarını çattı. “Kenara geçsene.”

Araba tekerleklerinin gürültülü sesini duyarak omzumun üzerinden arkama dönecek oldum ama Hazer elini sertçe uzatıp beni montumdan çektiğinde kaldırıma doğru savruldum. Hayret dolu bir inilti dudaklarımda ufalanırken, ellerim düşme endişesiyle onun ceketinin yakalarına yapıştı. Araba müthiş bir hızda sokağın sonuna doğru giderek köşeyi döndü. Gözden kaybolduğunda dehşetin izlerini bedenimde taşıyarak Hazer’in ceketini avuçladım.

“Ara sokakta gittiği hıza bak!” Hazer dişlerinin arasından soluduğunda kendime gelmeye çalıştım ve birbirimizin ceketlerinden tuttuğumuzu fark ettim. “Korna bile çalmıyor!”

Bacaklarım adrenalinle titrerken kaşlarımı çatıp sokağın sonuna bakmaya devam ettim. Sıkışan kalbim yatışmaya başladığında, “Plakasını aldım,” diye homurdandı Hazer, ters ters. Bana döndüğünü hissettiğimde bakışlarımız buluştu.  “Ben bir anda çektim seni ama... İyisin ya?”

Si.” Buz kesen parmaklarımla saçlarımı kulaklarımın arkasına doğru ittirdim ve ardından kollarımı kendime sararak kaldırıma çıktım.

“Dikkat et olur mu? Böyle ayı çok.”

“Ayı mı?” dedim tekrar onun peşine düştüğümde.

“Evet, ayı. Bunlar korkusuz korkaklar. Sokak aralarında artistlik yapmaya bayılırlar ama bir köşeye çeksen elini eteğini öperler. İpsiz sapsız, adam görünümlü hıyarlar...”

“Belki bir kadındı,” dedim ellerimi kaldırarak nefesimle ısıtmaya çalışırken. Hazer bir an ellerime baktı ve sonrasında omzunu silkti. “Erkek olduğunu düşünerek konuşuyorum.”

“Anlıyorum.”

“Anlıyorsun.”

“Ne kadar anlıyorsun?”

Hazer duraksadı. “Ee, bunu nasıl tekrarlayabilirim ki?”

Parmaklarımı dudaklarımın üzerine bastırarak kıkırtımın önüne geçtim, alay edip nezaketsiz olmak istemezdim. Kaldırımda dans ettim, yükseldim, döndüm, saçlarım suratıma çarptığında gülümsedim, dansım bittiğinde Hazer’in önünde bir balerinin yaptığı şekilde reverans yaptım. O an dünyanın hiçbir yeri Hazer’in gözleri kadar sıcak olamazdı.

Elini yakasına götürdü, kravatını gevşetti.

Caddeye çıktığımızda artık dans ederek değil, normal yürüyordum. Atkıma sarınmış, ısınmaya çalışıyordum. Doğrusu bu, Hazer’in atkısıydı. Nereye olduğunu bilmeden onunla yürüyor, annemin yanına gidecektim, demiyordum. Hazer buradaydı, yanıma gelmişti, şimdi beni peşinde sürüklüyordu ve ben bunların tümüne engel olmuyordum.

Hatta dönüp dönüp ona bakıyor,
Dalgalanan saçlarını izliyor,
Bazen... Bazen elimi uzatıp saçlarını düzeltme isteğiyle doluyordum.

Işıkların önünde, yeşil ışığın yanması için durduğumuzda, Hazer’in bana baktığını hissettim ama kızarık yanaklarımı göstermemek için suratımı ona çevirmedim. Nefesinin soğuk havanın içinde süzüldüğünü görüyor, göz ucuyla o nefesi takip ediyordum. “Bana bakmadığın zamanlarda sana bakmak daha kolay,” dedi ansızın, yalnızca benim duyabileceğim bir sesle.

Dünyanın neresindeyim bilmem ama sanki ayaklarım yere basmıyor.

Heyecandan cevap veremeyerek alt dudağımı ısırdığımda Hazer sertçe soluklandı ve bir şeyler daha mırıldanarak tekrar önüne döndü.

Evet Hazer, bana bakmadığın zamanlarda sana bakmak daha kolay.

Işığın yanmasıyla beraber karşıya geçtiğimizde ellerimi yeniden cebime koyarak sahil kenarında yürümeye başladım. Hazer seri ama beni arkasında bırakmayan adımlarla ilerliyordu. Denizin üstünde yükselen martıyı görüp oraya doğru koştum ve ellerimle martıyı taklit ederek parmaklarımı havaya kaldırdım. Dönüp baktığımdaysa Hazer’in bir taksiyi durdurmakta olduğunu görerek elimi indirdim. Parmaklarıma bir öpücük kondurarak martıya gönderdim.

“Öpücüğü martıya atıyor ya...”

Hazer’e yaklaşırken söylendiğini duydum. Omuzlarımı silkerek açtığı taksi kapısından içeriye yerleştim. Hazer şoför koltuğunun yanındaki koltuğa yerleşip kapıyı örttüğünde, ben de kendi tarafımdaki kapıyı örterek ellerimi dizlerime koydum.

“Aslında ben annemin yanına gidecektim,” dedim, Hazer daha ağzını açmadan. “İstersen beyefendi önce seni istediğin yere götürsün, sonra ben de annemin yanına giderim.”

Taksi şoförü hem Hazer’e hem de dikiz aynasından bana baktığında, “Beraber gidebiliriz,” dedi Hazer, beklemediğim şekilde. “Zaten oradan sonra kursa geçeceksin, beraber geçeriz.”

Annemin yanına Hazer’le gitmek... Buna hazır değildim. Tamam, elbette içeriye girip annemi görecek değildi ama benimle o hastaneye gelmesi bile rahatsız olmama yeterdi. “Gelmesen daha iyi.”

Taksi hareketlenip sokağın sonuna ilerlerken, Hazer dikiz aynasından bakıyordu. “Seni bekleyeceğim Safir, kapının önünde beklerim.”

Hastanenin kapısı önünde...

Daha fazla itiraz etmedim, zaten er ya da geç öğrenecekti. Taksi şoförünün benden bir adres istediğinden emin olarak, “Bakırköy,” dedim ve başımı daha da önüme eğdim. Anne, sen benim başımı hep önüme eğdirdin. ”Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.”

Arabanın tekerlekleri yere daha fevri sürtünürken, Hazer’in sertçe bana döndüğünü fark ettim ama yüzümü ona çeviremedim. Annemin orada olduğunu söylemek kolay değildi, artık Hazer de anneme ne olduğunu biliyordu. Psikolojisinin bozuk olması utanılacak şey değildi elbette ama annemin fahişe olmasından utanıyordum. Çünkü bunu isteyerek olmuştu. Bedeninin yanında ruhuyla.

Beni emzirirken bile.

Taksi normal seyrinde ilerleyerek Bakırköy’e yaklaşırken camdan dışarıyı izliyor, tedirginlikle ellerimi sıkıyordum. Araba kırmızı ışıkta durduğunda kafamı yukarıya kaldırdım ve o an genç taksi şoförünün dikiz aynasından bana baktığını gördüm. İrkildim, adam gülümserken savunma içgüdüsüyle beraber ellerimi kendime sardım ve bakışlarımı çekecek oldum ki, Hazer’in dikiz aynasını sertçe çevirdiğini gördüm.

Şimdi, onun gözlerini görüyordum.

“Yola bak,” dedi Hazer, donuk bir sesle. Gözleri benimle kesişmişti ama bunu şoföre dediğini anlamıştım. Adam ağzını açıp bir şey demedi, yola döndü ve ben rahatlayarak ellerimi indirdim. Hazer bakabilirdi, Hazer’in gözleri gözlerime değebilirdi. O zaman ellerimi kendime sarıp ondan korunmak isteğim yok oluyordu.

Benim kalbim et ve kemikten,
Ama kırıldı.
Benim kalbim et ve kemikten,
Ama senin ellerin, sanki sarmaşıktan.
Çünkü dokunuşun, bahar bahçe.

Dayanamadım, kaçtım, bakışlarımla beraber. Onunla göz göze gelemeyeceğimiz şekilde oturarak bakışlarımı camın arkasına diktim. Beni o kadar sık nefessiz bırakıyordu ki bana bir şey yaptığını hissediyordum. Bana bir şey yapıyordu ve ben bu yüzden nefessiz kalıyordum.

Taksi durduğunda elimi cebime attım. En azından taksi ücretini beraber ödeyebileceğimizi düşünerek para çıkarmaya çalıştım. Kâğıt paralarımın tümünü vermem gerekecekti. Omuzlarımı düşürerek uzanacak oldum ama Hazer yüklü bir parayı sertçe torpidoya bırakarak adama tip tip baktığında sadece gözlerimi kırpıştırabildim.

“Bir dahakine sadece yola bak.”

Hazer davranarak kapıyı açtığında daha fazla durmadan onu takip ettim ve kendimi dışarıya attım. Taksi, biz iner inmez bir saniye bile beklemeden tozu dumana katarak uzaklaştı. Aramıza belli bir mesafe koyarak bana baktığında, kaçınılmaz olanı gerçekleştirerek gözlerimi onunla buluşturdum. Bakışları yüreğime merdiven dayamıştı.

“Ben burada beklerim seni,” dediğinde, sesinin tınısındaki bir şey beni derinden etkiledi. “Sigara falan içerim, zaten bugün hiç içmedim.”

Hastanenin geniş bahçesine baktım. “İçeriye gir, burası çok soğuk.”

“Ama sen... istemiyorsun gelmemi?”

İstemiyor değil, sadece utanıyordum. Çok utanıyordum. “Quiero,” dedim ve sonra özür dileyen bakışlarla ekledim. “İstiyorum. Gelir misin lütfen?” 

Hazer başını yavaşça salladı. “Zaten sigara paketimi evde unutmuştum.”

“İyi olmuş, içmemiş olursun.”

Hazer’in bakışları bir an garipleşti. Sigara içmesini istemezdim, kendisine o kötülüğü yapmayı hak etmiyordu.

Binanın içine girdim. Hazer birkaç adım arkamdan beni takip ediyordu. Doktor odasının olduğu kata çıktığımda nefeslerimi düzene koyup Hazer’den beni burada beklemesini istedim ve o, duvara yaslanıp hastaneyi incelerken doktor odasına girdim. Doktorla birkaç dakika konuşup dikkatli davranmam koşuluyla beraber odadan çıktığımda Hazer’i bıraktığım yerde buldum. Annemin kapısı önüne geldiğimizdeyse içeriye girmeden önce omzumun üzerinden ona döndüm. “Sen burada bekle, kısa sürede döneceğim.”

Aramızdan hemşirenin zapt etmekte zorlandığı bir hasta geçti ve bakışlarımız o hastanın arkasında sürüklendi. Boğazıma güçlü bir yumru otururken, elim sertçe kapının kulpuna asıldı. “Acele etme,” dedi Hazer, düz bir sesle. “Bekliyor olacağım.”

“Beni almadan... Gitme tamam mı?”

Bu kapıdan çıktığımda annem yine beni parçalamış olacaktı ve bu kez yalnız olmak istememiştim.

Önüme döndüm ve kapıyı açtığımda doğrudan annemin yüzünü görerek duraksadım. Yatağının ucunda pembe bir gecelikle oturuyordu ve o da beni görmeye hazırlıksız yakalanmıştı. Bakışları yüzümde durduktan birkaç saniye sonra omzumun üzerine tırmandı ve o dakika, Hazer’le göz göze geldiklerini anladım.

Sırıttı.

Kapıyı örttüm ve aralarına set çekerek içeriye yürüdüm. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeyerek yatağın karşısındaki koltuğa yöneldim ve rahatsız biçimde oturarak ellerimi dizlerime koydum. Nasıl olduğunu görüp gidecektim, durmak istemiyordum.

Hola.”

Hola pequena puto.”

Bu kadar çabuk öldürmek zorunda mısın?

En azından kalbimi ölüme hazırlasan?

“Şimdi sana, bana n’olur böyle deme, demeyeceğim anne. Çünkü ben bir aptalım, zaten kırılacağımı bilerek buraya geliyorum. Eline bıçağı verip beni bıçakladığın için senden şikâyetçi olmayacağım.”

Kahkaha attı. Süslenmiş, saçlarını taramış, ruj sürmüştü. Kahkahası azalırken, “Senin şair ruhlu olduğunu hep biliyordum,” dedi. “Böyle süslü cümleler falan kurardın hep, çocukken bile.”

“Sen çocukken beni dinler miydin ki?”

Duraksadı. “Doğru, dinlemezdim.”

“Nasılsın?” diye sordum, sırf o sevmiyor diye Türkçe konuşarak. Tanrım! Annem beni kötü düşünmeye itiyordu. ”Doktorun beni görmek istediğini söyledi.”

“Rüyamda seni gördüm,” dedi aniden. Gülüşü yüzünden temizlemişti ama gözleri oldukça sevinçli bakıyordu. “Çok zengin oluyordun, güzel bir evde yaşadığını, mutlu olduğunu gördüm... Çok paran vardı, bu yüzden görmek istedim seni. Gerçekten paran olup olmadığını öğrenmek için çağırdım seni.”

Yok, bu gerçekten şaka olmalıydı. Bu kadar da değil! “Benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Hayır.” Ciddiyetle kafasını iki yana sallarken, oda kapısının açıldığını duydum. Refleksle o tarafa döndüğümde hemşirenin içeriye girdiğini gördüm. Kapıyı ardından açık bırakıp birkaç ilaçla buraya yürürken benim gözlerim duvara yaslanmış olan Hazer’e kilitlenmişti. Kaşları çatıktı, elleri ceplerindeydi ve olduğu yerden konuştuğumuz her şeyi duyabilirdi. Bu yüzden hızla anneme dönüp konuşmaması için yalvaran gözlerle baktım ama bunu fark edecek değildi.

“Rüyam doğru çıktı demek ki,” dedi annem. Bakışları kapının dışına çevrildiğinde, dudaklarındaki o gülümsemesi sanki şeytana hizmet etti. “Baksana, kapmışsın zengin birini.”

Nefret ettiğim o kelimeyi söylemek zorunda kaldım. “Sus!”

Annem gülüp ona ilacını veren hemşireye döndüğünde, kapıyı örtmek için kalkmak istedim ama annem sanki bunun önüne geçmek istiyordu.

“Yalan mı?” dedi, şimdi kızmış görünüyordu. “Mila, ben tanırım böyle adamları! Az mı vakit geçirdim böyleleriyle... Bu da onlardan, zengin!”

Abartılı bir kahkaha savurduğunda kilitlendim, kapıyı örtmek için bile kalkamadım. “İnkâr etsen de sende de benim huylarım var. Yıllarca ağzına alamadın ama sana söyledim, senden iyi bir fahişe olur. Bak olmuşsun, parayı bulduğuna göre beni artık buradan çıkar kızım, lütfen.”

Karşımda ağlamaya başladığında ufalmak, küçülmek istedim. Annem karşımda para için ağlarken, Hazer bunların hepsine şahit olurken, o pis kelime kafamın içine çarpıp dururken...

“Ben senin hiçbir huyunu taşımıyorum,” dedim ve koltuktan fırlayarak ona doğru yürüdüm. Hemşire anneme birkaç şey söylerken, onun burnunun dibine girerek fısıldadım.

“Ben fahişe değilim!”

Gözyaşları yanaklarından düşüp dudaklarındaki kırmızı ruju silerek aşağıya indi.

“Bu masumiyet sana hiçbir şey kazandırmayacak,” dedi bağırmaya devam ederek. Masumiyetin bana kazandırmayacağı tek şey sensin anne. ”Benim gibi olman gerekiyor, bir sürü kişi olması da gerekmiyor. Zengin bir kişi yeter, onu memnun...”

“Aaa.” Hemşire annemin taşkınlığına dayanamayarak söylendi ve onun kırışmış ellerini yakamdan çekmeye çalıştı. “Sen iyice delirdin kadın, neler diyorsun kıza!"

Annem beni bırakıp hemşireyle boğuşmaya başladığında sarsak adımlarımla geriledim. Onun gibi olmamı nasıl isterdi? Kendisi olmak ona ne kazandırmıştı ki, bana onun gibi olmamı söylüyordu? Ben ne bedenimi ne de ruhumu pazarlığa çıkarmazdım. 

“Sen bir hataydın,” dedi, annem bas bas bağırarak. Niye bu kadar çok bağırıyorsun, yüreğim de duysun diye mi? Ölümcül bir kinle gözlerimin içine baktı. “Seni doğurmasaydım şimdi hayatımı yaşıyor olacaktım. Ayak bağı oldun bana, dilerim senin bebeğin de senin ayak bağın olur!”

Zaten hiç duan olamadım, hep bedduan oldum.

Vücudumu taşımakta zorluk çekerek önüme döndüğümde, “Hatasın,” diye bağırmaya devam etti. Beni neyin bitireceğini bilerek devam etti. “Öyle olmasa baban intihar etmezdi!”

Beni sağ bırakmamıştı, bunu hiçbir zaman yapmazdı. Hatta bazen başımda durup ölmemi beklediğini bile düşünürdüm. Anne, ben bir su bitkisi olsam, sen toprağıma tükürürdün.

Kapıyı örtüp çıktığımda çenem o kadar titriyordu ki elimle çenemin altını tutmak zorunda kalmıştım. Gözlerim çaresizce etrafıma bakarken onun gözleriyle rastlaştı ve yüzüme tokat yemiş gibi irkildim. Her şeyi duymuştu.

“Safir...”

Saçlarımı yüzüme örterek telaşlı halde koridorun ucuna doğru yürümeye başladığımda, Hazer de sert adımlarla ardıma düştü. Atkım boynumun iki yanından aşağıya doğru sarkıp fevri adımlarımla beraber savruluyordu. Bırakıp gitmesini, hatta bir süre yüzüme bakmamasını istiyordum. Annemin beni ve onu yakıştırdığı şey...

“Buraya gel!”

Hazer, sesinden daha nazik bir şekilde beni dirseğimden yakalayıp kendisine doğru döndürdüğünde, hıza uyum sağlayamayarak dengemi kaybettim. Ellerimi omzuna yaslayarak durdum. Beni arkamızda duran duvara dayayıp bir elini sertçe başımın yanından duvara yasladığında, gözlerimi kocaman açarak âna uyum sağlamaya çalıştım. Vücudu, bana temas etmeden beni kendisi ve duvar arasına kafeslemişti. Bu ilk kez olmuyordu ama onu ilk kez böyle... Sert görüyordum.

“Nereye gidiyorsun?” dedi, yüzü yüzüme doğru alçalırken. Fısıltısı, bakışlarından daha yumuşak ve nazikti. “Peşinden koşuyorum ya, neden beklemiyorsun beni?”

Gözyaşlarım hemen gözlerimin önündeydi, dökülüp yüzümü ıslatmalarından korkuyordum. Elimi gösterip bak demek istiyordum. Bak, bu sefer de buramı kesti. Bak, orası da kanıyor. Hatta şurası da... Şurası da... Başımı eğip boynunun altında kaldım.

“Yüzüne bakamıyorum çünkü,” dediğimde, tırnaklarım avuçlarıma batmıştı. “Duymuş olmaman gerekiyordu, duymuş olmaman gerekiyordu... Çok utanıyorum!”

Sesim o kadar kısıktı ki, yakınımda olmasa beni duyamazdı. “Mila,” dedi, sesinde bir çeşit inleyiş vardı. “Sen niye utanıyorsun ki? Ben bir ayıbını göremiyorum.”

Boğazım düğüm düğüm olurken, “O kadar çirkin şeyler söyledi ki, bir de bunları senin duyduğunu görünce çok utandım,” dedim.

“O çirkin şeyler diyor olabilir ama sen hâlâ, çok... çok...” Başımın yanında sustuğunda, gözlerimi yumarak duygularımın beni ele geçirmesine müsaade ettim. Az önce hüzünden ağlayacaktım ama şimdi onun kokusundan bayılacaktım. “İzin ver,” dedi Hazer ve tereddütle uzanıp montumun yakasını kenara çekti. Ne yaptığını anlamaya çalışırken itiraz etmek istedim ama Hazer buna fırsat vermedi. “Boynunu çizmiş...”

“Ah, öyle mi?”

Hazer daha ileriye gidemedi, bir an elini uzatıp boynumdaki çiziğe bakacak gibi oldu ama bunu yapamayarak elini geriye çekip yanına indirdi. Çenem titremeye devam ederken parmaklarımı kaldırıp boynumda arayışa çıktım ve aniden acıyı hissettiğimde, inledim. Ben inler inlemez Hazer kaşlarını çattı. “Dur, üfleyeyim.”

Sonra yaramın üstüne üfledi.

Parmaklarım yaramın üzerinde dururken, nefesimi tutup ona bakakaldım. Boynumdaki çiziğin üzerine ince ince üflüyordu. Annemin tırnaklarıyla açtığı yarayı o, nefesiyle kapatıyordu. Şaşkınlığımdan ağzımı birkaç kez açıp kapadığımda, Hazer kafasını kaldırdı ve aralık dudaklarıyla bana bakakaldı. Yanakları ânında kızardı.

Onun utanabilmesini seviyordum.

Bir an gözlerini kaçırdı ve etrafta dolaştırarak utancını yaşadı. Hızla montumun yakalarını kapatıp ben de gözlerimi onun gibi kaçırdım. Hazer elini duvardan indirdi ve uzaklaşarak özel alanımın dışına çıktı. Bir dakika kadar sonra, “Şşt,” dediğinde, “Hımm,” diyerek gözlerimi ürkekçe onunla kavuşturdum.  “İstersen ben tüm yaralarının üzerine üflerim, yani istersen... Sakınma benden yaralarını.”

Üfler miydi sahiden? O zaman üflesin, hemen şimdi. Dudaklarım istikrarlı bir şekilde titrerken ürkek bakışlarım eşliğinde elimi kaldırdım ve tırnaklarımı çekerek avuç içimi ona gösterdim.

“O zaman üfle,” dedim ve ıslak gözlerimi kırptım.

Hazer eğildi, avuç içime baktı ve yaramın üzerine ince ince üflemeye başladı.

🌠

Kış buhranı sanki sokakları sarmıştı.

Saat dörde geliyordu, bir süre önce dans kursundan çıkmış, şimdi adeta koşarak sahafa ilerliyordum. Bugün Hazer’le beraber annemin yanından ayrıldıktan sonra dans kursuna geçmiş, saatlerce çalışmıştım. Meliha Hanım müzikalin yaklaştığını söyleyerek bugün benden hatasız bir performans çıkarmamı istemişti. Hazer... Dansımın ortasında çalan telefona kadar oturmuş, gözünü kırpmadan beni izlemişti.

Derin bir nefes alıp sokağın köşesini dönerken bakışlarım sahafın kapısına çevrildi ve gözlerim tesadüfen tanıdık gözlerle karşılaştı.

Nazım buradaydı.

Ellerim iki yana düştü ve bakışlarım şaşkınlık etkisiyle açıldı. Nazım Bey, vücudunu saran paltosunun içinde, çalıştığım sahafın önündeydi ve ciddi yüz ifadesiyle bana bakıyordu. İlk an bunun tesadüften ibaret olduğunu, beni görmek için gelmiş olamayacağını düşündüm ama doğrudan bana bakıyordu. Hiç konuşmadan içeriye girmeyi isteyerek bakışlarımı çektiğimde, “Bekle,” diye buyurdu Nazım, iki iri adımda önüme geçerek. “Senin için geldim, bir merhaba bile demeden içeriye mi gireceksin?”

Evet. “Affedersiniz ama iş yerimi nereden biliyorsunuz?”

“Ben… Geçen gün tesadüf eseri görmüştüm seni buraya girerken, uzun bir süre de çıkmayınca burada çalışıyor olacağını düşündüm.” Gülümsedi. “Yanılmamışım.”

Etrafıma bakarak ondan bir adım kadar geriye gittim. “Bir daha buraya gelmeyin lütfen,” dedim.

“Seni görmek istedim.”

“Ne münasebet?”

Dudakları hafifçe kıvrıldı. “Çok tatlı bir konuşma tarzın var.”

Bunu duymak hiç hoşuma gitmemişti. “Nazım Bey, buraya gelmiş neden bana böyle şeyler diyorsunuz?”

Bu soruma cevap vermek yerine elindeki saksıyı bana doğru uzattığında bakışlarım çiçeklere çevrildi. “Sana çiçek aldım.”

Hiçbir erkek bana çiçek vermemişti, hiçbir erkekten çiçek almamıştım. “Bana neden çiçek getirdiniz? Kabul edemem.”

Saksıyı bana doğru biraz daha itti. “Bunlar senin. Ne istiyorsun, çiçeklere yazık mı olsun?”

Omuzlarım düştü. Ben almazsam bu çiçekler ölecek miydi? Uzandım ve tereddütle saksıyı kavradım, bilhassa ona dokunmamaya gayret ediyordum. “Teşekkür ederim,” dedim mesafeli şekilde. “Sırf solmamaları için alıyorum, onlara bakacağım.

“Rica ediyorum.”

Benim soğuk tavrımdan hoşlanmamıştı ama ona asla yakın olamazdım. Konuşmayı kesmek için önüme döndüğümde, “Erkek arkadaşın var mı?” diye sordu beni şaşkına çevirerek. “Ona göre sınırlarımı bilmek istiyorum.”

“Can sıkıcı olmaya başladınız,” dedim, hissettiğim huzursuzluğu dilime vurarak. “Haddiniz olmayan sorular sormayın.”

Hiçbir çekinme veya utanma belirtisi göstermeden ellerini kumaş pantolonun ceplerine yerleştirdi. “Safir, erkekler beğendikleri kadının sevgilisi olup olmadığını bilmek ister.”

Beğenmek mi? Kaskatı kesildim ve bir an saksıyı elimden düşüreceğim sandım. Hayır, bir erkekten böyle şeyler duymaya ne alışkın ne de hazırdım. Duymayı istemiyordum, hatta duyduklarımı hiç söylenmemiş var sayacaktım.

“Söylemeyin bana böyle şeyler. Duygularınızı incitmek istemiyorum ama ben böyle şeylere karşılık veremem. Lütfen, bir daha buraya gelmeyin.”

Kendimi bir an önce sahaftan içeriye girmek için hazırlarken, “Şansımı denemekten vazgeçmeyeceğim,” diyerek paltosunun yakalarını ensesine siper etti. “Hazer’e rağmen.”

Bana gülümsedi. Ardından ellerini paltosunun ceplerine koyarak kaldırımda ilerlemeyi sürdürdü. Tamam, bana zorla bir şey yaptırdığı, beni incittiği yoktu ama varlığı rahatsız ediciydi. Bir erkeğin etrafımda olma düşüncesi ürperticiydi, bu erkek Hazer değilse...

Hazer demişti değil mi?

Kendini neden onunla kıyaslamıştı?

Hazer’le aynı eve, odaya gözüm kapalı girerdim. Bir başkasıyla asla.

Sahafın kapısını dirseğimle açarak saksıyla beraber içeriye girdim. Aşinalık kazandığım o zil sesiyle beraber kapıyı arkamdan örttüğümde, vücudum da soğuktan sıcağa geçişteki uyumu yakalamaya çalışıyordu. Elimdeki saksıyı düşürmemeye gayret ederek endişeyle kasaya döndüm ama patronumu göremedim. Daha fazla oyalanmadan dolaba doğru yürüdüm ve saksıyla üzerimdeki fazlalıkları dolabın içine koydum. Üstümde siyah, boğazlı bir kazak ile gri bir pantolon vardı. İkisi de eski olmalarına rağmen hâlâ kullanışlıydı. Saçlarımı düzelttim ve düşüncelerimi bir kenara bırakarak kendimi işime vermeye çalıştım.

Çıkış zamanım geldiğinde sahaftan ayrıldım. Akşam ezanı okunuyordu ve ayaklarım beni daha önce gitmediğim bir yere götürüyordu. İnce ince serptiren yağmurun altında atkıma sarınıp elimdeki saksıyı rüzgârdan korumaya çalışarak yürüdüm. Bugün epey yorulmuştum ama iyi hissediyordum. Evime gidip soğuk duvarların içinde, sessizlikte saatlerce boş boş oturmak canımı sıkıyordu. Fakat isyan etmeyecektim. Ben o ev için Tanrı’ya yalvarmıştım, şimdi şükürsüzlük edemezdim.

Karanlık sokakları yürüdüm ve sokak lambasının altından geçerek bir başka sokağa girdim. Bakışlarım sokağın sonundaki camiye düştü, adımlarım tereddütle yavaşladı. Buradan daha önce geçerken Hazer Behram’ın burada çalıştığını söylemişti. Akşam ezanı biraz önce okunmuştu ve erkekler namazlarını kılmış, dağılıyorlardı. Behram’a sormak, bilgilerini almak istediğim şeyler vardı. İçeride olabileceğini düşünüyordum.

Erkeklerin tamamen çıkıp camiyi boşaltmasını bir köşede bekledikten sonra camiye girdim. Cami avlularında çok yatmıştım, sokaklardan güvenli olduğunu biliyordum ama karanlıktan korkuyordum. Etrafımı gözetleyerek ilerlerken bakışlarım bir silueti seçti ve yaklaştıkça onun Behram olduğunu anladım. Kafasını telefonuna eğmiş, beni görmeden ilerliyordu. “Behram?”

Karanlık yüzünden ilk an beni seçemedi ama sesimi tanımış olmalı ki, sorarcasına konuştu. “Safir?”

“Merhaba.”

Telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra yüzünde, saklayamadığı bir hayretle bana doğru yürüdü. “Hayırdır inşallah?” diyerek ilgiyle devam etti. “Seni görmeyi hiç beklemiyordum.”

“Hak veriyorum,” dedim ve ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadım. “Biraz oturabilir miyiz?”

“Tabii.”

Bir erkekle yalnız kalmak her zaman dehşet verici olmuştu ama Hazer, Kerem ve Behram bende sağladıkları güvenle onlardan korkmamam gerektiğini öğretmişlerdi.

Bankın ucuna yerleşip saksıyı kucağıma özenle koyduğumda, Behram da bankın diğer ucuna oturdu ve ellerini dizlerine koydu. Sırtımı dikleştirip sorularımı sormak için doğru kelimeler ararken, “İyisin değil mi?” diye sordu, garip tavırlarım onda endişe duygusu yaratmış olmalıydı.

“Eğer konuşmak, bahsetmek istediğin bir şey varsa beni bir... abi yerine koyup anlatabilirsin.”

Rahatladım ve kalbime yayılan sıcaklıkla ondan tarafa döndüm. Tebessümle elimdeki saksıya bakıyordu. “Teşekkür ederim,” dedim büyük bir sevinçle. Sesimdeki abartılı sevinçten utanıp bakışlarımı bir kez daha kaçırdığımda, “Çiçeklerin çok güzel,” dedi Behram, içtenlikle. “Onlara iyi bakacağına eminim.”

Uzanıp çiçeklerin ıslak yapraklarını okşadım. “Nasıl benden bu kadar emin olabiliyorsun?”

“Sen oturup bir çiçeğin öylece solmasına izin verecek bir kız değilsin.”

Evet, değildim. “Peki senin dinin?” dedim. “Çiçekler hakkında ne düşünüyor?”

Yüzüne baktım. Önce duraksadı, ardından kaşlarını hafifçe çattı ama yüzünde beni yargılayan bir ifade oluşmadı. Sadece meraklanmış görünüyordu. Bir an için benimle göz teması kurdu. “Allah inancın var mı Mila?”

Si,” dediğimde hafifçe tebessüm etti, bu kelime kendisine komik geliyordu sanırım. Kafasını sakince salladı. “Hangi dine mensupsun?”

Başımı önüme eğdim, sebepsizce utanmıştım. “Bilmiyorum,” dedim dürüst davranarak. “Babam Müslüman, annem Hristiyan. Ben her iki dini de öğrenmek, ona göre kendi dinimi seçmek istiyorum.”

“Sen kendine çok dürüst davranıyorsun,” dedi Behram, sesi yumuşaktı. “Sorguluyorsun, sorgulamaktan korkmuyor, körü körüne inanmıyorsun.”

Takdir mi ediliyordum? Başımı salladığımda, “Sana bu konuda doğru olduğuna inandığım her şeyi anlatırım,” dedi, aynı içtenlikle. “Biliyorsun ben Müslümanım. Kitabım Kuran, dinim İslam. Bu yüzden Hristiyanlık hakkında Müslümanlık kadar çok şey bilmiyorum ama bildiklerimi anlatırım.”

Beni böyle kabul edip bana içtenlikle yardım etmesini minnetle karşıladım. “Teşekkür ederim beni kırmayıp cevap verdiğin için...”

“Benim dinim birini kırmak hakkında ne der bilmek ister misin?”

“Lütfen?”

“Bir kalbi kırmak Kabe’yi yıkmak gibidir.”

Tebessüm ettim. Kabe’yi biliyordum, yanlış hatırlamıyorsam bu sözü de daha önce duymuştum. Tuttuğum nefesi bırakıp saksımdaki çiçeği okşadım ve ne diyeceğimi bilemediğimden sustum. Behram bu sükûnetime saygı duyarak susarken telefon sesi ortamı doldurdu ve elini cebine atarak telefonu çıkardı. Ekrana bir bakış atıp sırıttıktan sonra telefonu açtı. “Söyle kardeşim?”

Kardeşim dediğinde aklıma Hazer gelmişti. Acaba onunla mı konuşuyordu? “Ben de avludayım zaten,” dedi Behram, karşı tarafı dinledikten sonra. “Geçerken beni de alırsın.”

Karşı tarafı bir süre daha dinleyip telefonu kapattığında lüzumsuz bir soru sormamak için dudağımı kemirdim. Başka arkadaşı da olabilirdi, illa Hazer olacak değildi ya...

“Hazer’di, geçerken seni de alayım mı diye sordu.”

Onu saatler sonra yeniden görecek olmanın heyecanı vücudumu kapladı.

“Bu arada,” dedi Behram, bir şeyi hatırlamış gibi. Cebinden cüzdanını çıkardığını gördüm. “Biliyorsun, geçen Gazel’i ben bıraktım evine. O esnada sanırım çantasından fotoğraf düşmüş bir tane. Onu bıraktığımda uzaktan görmüştüm, fotoğraftaki abisi. Sarıldıkları bir fotoğraf, sana versem de görüştüğünüzde kendisine versen...”

Bu Gazel ve Galip’in sarıldığı bir fotoğraftı. Behram onu gerçeklerden habersiz cüzdanında saklamıştı. Ağzımı açıp tüm doğruları konuşmak istedim ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Buz kesip titreyen ellerle fotoğrafı kavradım. “Ve... veririm.”

“Teşekkür ederim.”

Yalanı söyleyen belki ben değildim ama bu yalana ortak olmuştum ve sustukça bu yalanın sahibi olmaya başlıyordum. Utançtan yüzüne bakamadan sessiz kaldım ve çenemi sıkarak saksımdaki çiçeği izledim.

Lütfen, Behram incinmesin.

Çünkü duydum, Gazel’in adını anarken sesi titriyordu.

Bir araba sokağa girip etrafı aydınlatana kadar hiç kıpırdamadık. Araba yavaşlayarak caminin önünde durduğunda heyecanla kalktım ve saksımla beraber arabaya doğru ilerledim. Behram acelem karşısında şaşırmış olmalı ki, arkamdan mırıldandı. “Yolunu mu gözlüyordun anlamadım ki...”

Utandığım için cevap vermedim ve avludan çıkıp arabayla olan mesafemi kapattım. Behram da iri adımları sayesinde bana yetişmiş ve ikimiz de aynı anda, farkında olmaksızın ön koltuğa oturmak için davranmıştık. Aynı kapıya uzandığımızı fark ederek birbirimize döndüğümüzde, baştan aşağıya kızardım. Behram geri çekilirken gülmemeye çalışıyordu. “Ön koltuğu kaptırdım artık, ha?”

Arka kapıyı açarak kendini içeriye attığında, onu takiben kapıyı açtım ve gözlerimi sürücü koltuğuna çevirdim. Hazer’in hafifçe büyümüş gözleriyle kucaklaştığımda, güçten kesildim ve ihtiyaçla yutkundum. Hazer beni burada görmeyi hiç beklememişti, yüz ifadesinden anlaşılıyordu.

“Merhaba,” dedim. “Girebilir miyim?”

“Beklediğin kabahat.”

Elimdeki saksıya dikkat ederek kendimi içeriye attığımda, Hazer’in bakışları bir an elimdeki saksıya döndü. Kapıyı kapatıp saksıyı kucağıma yerleştirdikten sonra içerinin sıcaklığında bunalmamak için atkıyı boynumdan çözdüm. Hazer pürdikkat bana bakarken, ceketinin cebine uzandığını gördüm. İpek mendilini bana uzattı. “Islanmışsın.”

Mendili alıp yüzümdeki yağmur damlalarını silerken, “Yağmurda ıslanmayı severim,” dedim, heyecanımı yatıştırmaya çalışarak. Mendili indirip avucuma sakladım.

“O zaman seninle yağmurda yürürüz,” diye mırıldandı Hazer, oldukça alçak bir sesle. Neredeyse fısıldamıştı ama duymuştum. Kalbim, bir ağacın gövdesi gibi içimde çatırdadı.

“Kardeşim, haberin olsun ben de arabadayım.” Behram elini Hazer’in yüzüne doğru salladığında, Hazer ona doğru döndü. “Görüyorum!”

“Ne bileyim, algıların sadece bir kişiye odaklanmış görünüyor...”

Hazer dilini dişleri arasına koyup onun elini savurdu. Behram sırıtarak arkasına yaslandı. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. “Biz de Safir’le konuşuyorduk sen gelmeden önce.”

Hazer tamamen önüne dönerken, bana anlık bir bakış attı. Hâlâ burada olmama bir anlam verememiş görünüyordu. “Evet?” dedi. “Ne konuşuyordunuz?”

“İki lafın belini kırdık,” dedi Behram, her nedense hâlâ sırıtıyor, kinayeli konuşuyordu. “Her şeye maydanoz olma.”

Hazer direksiyonu kırıp bir başka caddeye girerken, silecekler can havliyle çalıştı ve ön camda biriken suyu temizledi. Ona anlattıklarımdan Hazer’e bahsetmeyeceği için rahatladığımda, “İki lafın belini kırmışmışlar,” diye homurdandı Hazer, daha çok kendi kendine. Dikiz aynasından Behram’a bakıyordu. “Ne sırıtıyon la?”

Kıkırdadım. “Ankara ağzıyla konuştun yine?”

Behram da sesli şekilde güldüğünde Hazer bir bana bir de ona bakarak yanaklarını şişirdi ve ağzında geveleyerek önüne döndü. Anlık gülüşümün şaşkınlığını yaşayarak tekrar sessizliğe gömüldüğümde, “Utanma lan,” diyerek Hazer’e takılmaya devam etti Behram. “Hayret bir şeysin kardeşim, ne konuşacağız? Sormak istediği sorular vardı.”

“İçeriye davet etseydin bari, kız yağmur altında ıslanmış.”

Behram gözlerini devirerek sırtını tekrar koltuğa yasladı ama sanki ne dese Hazer’le anlaşamayacağını biliyormuş gibi sessiz kaldı. İyi dostlardı ama sürekli birbirlerini uyuz ediyorlardı.

Behram’ı isteği üzerine caddeye bıraktığımızda, yolculuğa iki kişi olarak devam ettik. Hazer arabayı nereye sürüyordu bilmiyorum ama sürdüğü yerlere gidebileceğimi biliyordum. Mesela neden bu arabanın içindeydim? Ya da neden akşamları onu görünce evime gidip yalnız kalmak zoruma gidiyordu? Bu düşünceler kafamın içinde dolanıp dururken yanağımı koltuğun yüzeyine yerleştirdim. Kaçamak bakışlarla onu izliyordum. Bir kolunu kırıp dirseğinden cama yaslamış, tek eliyle arabayı kullanıyordu. Günün yorgunluğu yüzüne sinsice yerleşmişti. Çillerini kısık ışıkta göremiyordum ama gözlerimi kapattığımda yüzünü gözlerimin önüne getirebiliyordum.

“Ön koltuğa binmen hoşuma gitti,” dediğinde, kalbim kelimelerine görünmez bir iple bağlıymış gibi harekete geçti ve hızlandı.

“Behram arkaya binince bana ön kaldı,” dedim, ufacık bir yalanla.

Hazer’in dudakları seğirdi ama sanki onun derinlerindeki bir şey dudaklarına meydan okuyarak gülümsemesine mâni oldu. “Ya tabii...”

Konuyu değiştirmeliydim, yoksa yakalanacaktım. “Hımm,” diye mırıldandım ve yüreğim pır pır ederken heyecanla sordum. “Bugün beni düşündün mü?”

Bir an Hazer’in nefesi kesilir gibi oldu ve aramızdaki hava ağırlaştı. “Seni düşünmüş olmamın ne anlama geldiğini anlıyor musun?”

Araba yavaşladığında durduğumuzu anlayarak etrafıma bakındım. Çıkmaz bir sokaktaydık, önümüzde bir duvar vardı ve sanki Hazer buraya bilerek gelmişti. Durduğumuz yerde sokağı aydınlatan bir sokak lambası vardı ve ışığın büyük miktarı arabanın içine düşüyordu. Aydınlık gözlerimi kamaştırırken bir kez daha ona döndüm. Ellerini direksiyondan çekerek kucağına koymuş, başını da deri koltuğa yaslamış, pürdikkat bana bakıyordu. “Biraz anlıyorum ve hoşuma gidiyor.” Titreyen ellerimi saklama umuduyla saksıyı daha sıkı tuttum. “Çünkü ben de seni düşündüm.”

Hazer gözle görülür bir şekilde yutkundu ve gözleri, kalbinin aynası olup benim kalbimin yansımasını taşıdı. O gözlere bakıp kalbini gördüm ve o kalplerimizin aynı ritimde attığını duydum. Tereddüde düşmüş gibi duraksadı. “Hayret bir şey, neden seni düşünüyorum ki...”

“Peki... Bir tek beni mi düşünüyorsun? Yoksa başka şeyleri de düşünüyor musun?”

Hazer’in gözlerinin içi muzipçe parladı. “Arada işlerimi falan düşünüyorum.”

Kendime gülerek bakışlarımı kaçırdım. Hazer bununla beraber duraksadı. “Yapma... Daha uzun bak bana.”

Daha uzun bak diyordu ama daha uzun bakarsam ne hale geleceğimi bilmiyor muydu? Ben, yamacı deniz olan bir evdim, pencereden onu izliyordum ama deniz taşıp sıçradığında korkuyordum. “Demesi kolay,” dedim sessizce. “Kalbime ne olacak ya sonra?”

Arabanın içini sessizlik kapladı.

Hazer’in nefesleri o kadar ağır ve derindi ki, çıt çıkaramıyordum. “Kimse olmadı değil mi?” diye sordu ansızın, boğuk bir sesle. Eli havalandı, gözlerim eline düştü ve Hazer’in parmakları boşlukta asılı kaldı. “İlişkiler hakkında hiçbir şey bilmiyorsun.”

“Hazer...”

Tereddütlü parmaklar yüzüme çok yakın bir yerde durdu ve işaret parmağı alnımdan başlayarak hiçbir temasta bulunmadan yüzümün yakınından aşağıya indi. Parmağı yüzümün hizasında, yüzümün çıkıntılarıyla paralel şekilde ilerliyor, bana dokunuyormuş gibi hissettiriyordu. Aynı parmağı çenemin etrafını dolanarak yüzümün diğer tarafından yukarıya çıkarken gerdanımda nefeslerinin sıcacık esintisini hissediyordum.

“Hazer,” dedim, adının her harfi dudağımı karıncalandırdı. “Ne yapıyorsun?”

“Dokunuyormuş gibi yapıyorum.”

Gözlerimi yumdum, çünkü ona bakarken yapamazdım. Titreyen elimi kaldırdım ve yüzümün berisinde duran eline uzattım. Parmaklarını yakalayarak elini nazikçe çektim ve saçlarıma yaklaştırdım. “Dokunuyormuş gibi yapmana gerek yok. Do... dokunabilirsin.”

Parmakları korku ve tereddütle kahverengi saçlarıma dokundu ve o an, iliklerimdeki her hücreyle beraber onunla doldum.

O bir kayığın içinde bana gelmiş, ben karada onu bekliyormuşum, kavuşmuşuz...

“Hiç korkmuyorum,” dedim, ondan çok kendime. “Normalde çok korkardım.”

“Korkma,” dedi, parmak uçları belli bir ritimde, yumuşak dokunuşlarla saçlarımda geziniyordu. “Lütfen korkma.”

Dudaklarımı sertçe ısırarak elimi elinden çektim. Utanarak başımı sol tarafıma eğdim. Gözlerim kapalı olduğu için onu göremiyordum ama bakışlarının yüzümü izlediğini hissedebiliyordum. Isırdığım dudağımı serbest bıraktığımda, “Bilekliklerin nerede?” diye sordum merakla. “Bileğinde göremedim.”

Hazer elini hafifçe kaydırdı ve aynı esnada bileğini şakağıma sürttü. “Burada,” dedi bileğine bağladığım ipler, şakağıma sürtündüğünde. “Gömleğimin altında kalmış.”

“Çıkarmayacaksın değil mi?”

“Asla çıkarmam.”

O kadar titrek soluklar aldım ki, Hazer bana acıdığından olmalı elini başımdan yavaşça çekti. Saç tutamlarım kemikli parmaklarının arasından düşüp başıma yaslandığında, teması son buldu ve gerisinde yakıcı emareler bırakarak benden uzaklaştı. Kirpiklerimi kırpıştırarak aydınlığa kavuştuğumda onun amber hareleriyle kesiştim. Bakışları, ruhunun sesi gibi oldukça koyu ve esrarengizdi. 

“Aslında çok büyük, ürkütücü görünüyorsun ama nedendir bilmem, senden hiç korkmuyorum.” Hazer bu dürüstlüğümü beklemiyor olmalı ki kaşlarını hafifçe çattı. Elini ensesine götürdü. “Leo senin gibi olmak istiyor.”

Bu onu daha da şaşırtmış gibiydi. “Beni tanımıyor ki.”

“Hayır, yani...” Bir an bunu dediğim için utandım, ne gereği vardı ki? Arabanın ön camına bakıp yağmur damlalarının seyrini izledim. “Senin gibi büyük adam olmak istiyor.”

“Ben... büyük müyüm?”

“Değil misin?” dedim, gözüm camdan aşağıya doğru kayan bir yağmur tanesini takip etti. “Dağ gibisin.”

“Bu dağın üzerinde çok kar var.”

Bakışlarım ona döndüğünde, gözlerimiz karanlık bu gecede bir daha kesişti. Çakan şimşeğin aydınlığı arabanın içini kuvvetle doldururken, eş zamanlı olarak yutkunduk. Ruhum, öğrenmek istediği şarkıyı dinliyor, kalbim nakaratında takılı kalıyordu. Bu şarkıyı söylemeyi öğreneceğim. Çünkü, bu şarkıyı söylerken dans etmek istiyorum.

“Hazer?”

Si?

“Beni babama götürür müsün?”

Hazer hiçbir şey demedi, sadece bir dakika kadar yüzüme baktı ve sonrasında önüne dönerek ellerini direksiyona yerleştirdi. Ben de önüme döndüm. Şakağımı soğuk cama yasladım. Az önce olanlar beni o kadar heyecanlandırmış ve etkilemişti ki her an ağlayabilirdim. Üstelik bir de babamın yanına gidecek olmak... Onu çok bekletmiştim, daha fazla bekletemezdim. O mezarlığa korkusuzca girip onun mezarına sarılacaktım. Bir mezar taşı var mıydı? Yoksa kimse onunla o kadar bile ilgilenmemiş miydi?

Araba çıkmaz sokağı geri çıkarak caddeye indiğinde, ellerimi sıkıyor ve peş peşe yutkunuyordum. Eğer ölüler bizi görebiliyorsa, ruhlarımızdan haberdar oluyorsa ne kadar incindiğimi ve kimsesiz olduğumu mutlaka görmüştür.

Baba, gökteki en büyük yıldız sensin.

Senin ışığını takip ediyorum.

Bakışlarım camdan dışarıyı gözlerken ve araba şehirden uzaklaşıp sık ağaçların, dar yolların olduğu yere inerken, tırnaklarım ellerime daha sert basıyordu. Aramızdaki havanın yoğunluğundan ve gerginliğinden dönüp birbirimize bile bakamıyorduk. Hazer sık sık kıpırdandı, bir şey diyecek oldu ama araba mezarlığa girene kadar sustu.

“O saksı ne?” diye sordu, araba yavaşladığında. “Sen... kendine aldın değil mi? Bence öyledir...”

Avuç içimde tuttuğum küçük saksıya ve üzerindeki renkli çiçeklere göz ucuyla baktım. “Ben almadım,” dedim yeterli bir cevapmış gibi ve ardından sustum.

Hazer de sustu.

Sadece bir an elimdeki saksıya baktı ve ifadesizce önüne döndü. Yanağımın içini ısırdım ama diyecek hiçbir şey bulamadım. Nazım’ın aldığını söylemem gerekir miydi? Bunu açıklamam gerekir miydi? Karşılıklı olarak sustuğumuz kısa bir zaman diliminden sonra, “Anlıyorum,” dedi Hazer ve direksiyonu serbest bırakarak arabanın kapısına uzandı. Aşağıya inip kapıyı örttükten sonra arabanın etrafını dolandı ve bagajı açtı. Bagajın kapısını az sonra sertçe kapattığında, elinde şemsiye olduğunu gördüm.

Dışarıya çıktığım gibi bakışlarımı mezarlığın girişine diktim. Karanlık, ıssızdı. Hazer Han şemsiyeyi açtı ve az sonra yağmur taneleri hissedilemez oldu. Şemsiyesini benimle paylaştığını fark etmiştim. Aynı şemsiyenin altında onu takip edip mezarlıktan içeriye girdiğimde, elimin birini cebimden çıkardım ve montumun yakasını açtım. Kalbim sıkışıyordu.

“Buradan.”

Hazer’in sesini takip ettim ve gittiği yere gittim. Hava buz gibiydi ama benim vücudum kontrol edemediğim bir şekilde ısınıyordu. Dizlerim titriyordu, çok net hissediyordum. Gözümün önünden sayısız görüntü akıyor, zihnim babamın gülümsediği bir ânı fotoğraf makinesi gibi yakalamaya çalışıyordu.

Babacığım, geldim.

Hazer durduğunda benim ayaklarım da yürümeyi kesti. Mezarı görmem için önümden çekildi ve uzaklaşarak bana izin verdi. Bakışlarım onun gerisinde açılan boşluğa kaydı ve o an, dünya ikinci kez başıma yıkılmış gibi hissettim. Elimi ağzıma kapattım ve titreyen dizlerimin üzerinde daha fazla kalamayarak sertçe yere yapıştım. Beyaz mezar taşı... Babamın ismi...

Adnan Safkan.

Gözyaşları aniden gözlerimden boşaldı ve ellerim kavuşma umuduyla ileriye uzandı. Buradaydı, mezarı hemen önümdeydi. Ölümü ilk kez bu kadar gerçekti. Saçlarım iki yanımdan düşerek suratımı kapattı ve parmaklarım soğuk, ıslak mezar taşına çarptı. Elimin biri çaresizce önümdeki toprağa uzanırken, dudaklarım harfleri bir araya getirmeye çalıştı. “Be... ben geldim babacığım.”

Yapabilmiştim, ölümüyle yüzleşmiştim. Yıllarca onun mezarına kavuşmayı beklemiş, bunun için çabalamıştım ama bunu Hazer yapmıştı. Aman Tanrım, inanılmazdı. Babacığımı buraya gömmüşlerdi. Eti kemiği buradaydı, bedeni burada toprağa karışıyordu.

Ben babamı bulmuştum!

Bu an için yıllarca beklemiştim, o kadar çok istemiştim ki sayısız dua etmiştim. Gözlerimi acıyla yumdum ve titreyen dudaklarımla mezar taşına öpücükler kondurdum. “Seni çok özledim ba... baba. Mi primero amor. Solamente papa.”

O kadar duyguyu aynı anda hissediyordum ki kendimi bir arada tutmakta zorlanıyordum. Omuzlarımdan aşağısı sarsılıyor, dudaklarımın arasından iç acıtan hıçkırıklar yükseliyordu.

“Çok beklettim seni,” dedim utançla. “Gücüm yetmedi baba, affet. Bir sürü mezarlığa baktım, aradım seni... Ama o kadar çok ölü var ki seni bulamadım o kalabalık yığında.”

Yağmur taneleri sepken halinde, kuvvetle toprağa iniyordu ve belki de babamın çürümüş bedenine varıyordu. Onu gördüğüm son an... Onu canlı olarak gördüğüm son an... Gülümsüyordu ama demek ki içi kan ağlıyormuş. Onun toprağını kavradığımda, artık çamur olan toprağın tırnaklarımın arasına girdiğini hissettim. “Sen de beni çok bekledin değil mi baba? Çok mutluyum ama bir yandan ölümünü... ilk kez bu kadar net hissediyorum. Çünkü ben sen öldüğünde bile seni can... canlı sanmıştım, bir türlü inanamıyorum...”

Yüzü gözümün önündeydi ama her gün daha eksilerek... Toprağını okşayarak, “Kimse bakmamış mezarına,” dedim derin bir üzüntüyle. “Artık ben bakacağım, çiçeksiz bırakmayacağım babacığım.” Avucumun içine bir öpücük kondurdum ve aynı avucumu mezarına yasladım. “Seni bir sürü öpüyorum, umarım kalbin huzurludur.”

Buradan gitmek istemiyordum, tüm geceyi burada geçirebilirdim. Babamla konuşacak çok şeyim vardı. Ona diyecektim ki; eğer acı çektiğimi gördüysen, hissettiysen, üzülme baba. Ben çok güçlü bir kız olacağım.

“Çok büyüdüm, artık yirmi bir yaşındayım baba.” Fısıldayarak, sanki sadece ona konuşuyordum. Gözyaşları, yağmurun iri damlalarıyla beraber yüzümden aşağıya akıyordu. “Ama baba, seni hâlâ beş yaşındayken sevdiğim kadar çok seviyorum.”

Küçüldüm, sanki tekrar beş yaşında oldum. Annemden korktuğum için babamın paçasına asılıp işe gitmemesini söylediğim o anların birindeymiş gibi hissettim. Baba paçandan tutsaydım, ölüme gitme deseydim... 

“Baba, kendini astığın o ipi... Ben istemiştim, ip atlamak için... Sen de çok istediğim için almıştın. Baba, o ipi keşke görmeseydim, al diye ısrar etmeseydim...”

Gözlerimi acıyla yumdum, bunun gerçekliğine dayanamıyordum. Çok küçüktüm, sadece atlamak için istemiştim babamdan. Henüz bir ipin neler yapabileceğini bilmiyordum. ”Yetimhanede atlayayım diye ip verirlerdi. Ağlayarak kaçardım, hiç kimse anlamazdı... Dünya üzerindeki tüm ipleri alıp yakasım var baba...”

Mezar taşına isminin üstüne bir öpücük daha kondurdum.

“Başardığım her güzel şeyin ardından elime bir öpücük koyup sana göndereceğim, senin için, diyeceğim içimden. Bak baba, ben senin kızınım ve asla pes etmiyorum.

Şimşek çaktı ve mavi bir ışık etrafı aydınlattığında, dudaklarımdan üzüntü dolu bir hıçkırık döküldü. Bıçak kadar keskindi, sanki babamı bir kez daha kaybetmiş gibi, acı acı ağlıyordum. Bir sürü daha şey diyebilirdim ama zaten babamın demek istediğim her şeyi bildiğini hissediyordum. Bu yüzden sustum ve çamurlu ellerimi yanaklarıma götürüp gözyaşlarımı kurulamaya çalıştım. Sonra uzanıp onun toprağının üzerindeki pisliği temizledim. Artık bakacak, ihmal etmeyecektim burayı. Şimdi yağmur çok yağıyordu, artık Hazer’i daha fazla bekletemezdim. Hazer... Hâlâ buradaydı değil mi?

Dizlerimin üzerinden kalkmadan önce elimin içine bir öpücük kondurdum ve götürüp mezar taşına yasladım. Gözlerimi yumduğumda, yüzümden aşağıya yağmur suyu akıyordu. “Te amo papa. Tu eres mi primer amor.”

Dizlerimin üzerinden kalkmak için ellerimi yere yasladım ve yerden destek aldım. Fakat hayır, kalkamadım. Bacaklarım tutmuyordu, bedenim yaşadığım duygusal ânı kaldıramamıştı sanki. O yüzden pes ettim.  Zaten kalkmak, buradan ayrılmak da istemediğim için bir daha denemedim ve mezarının önünde oturdum.

Yıldızlar kadar uzaktasın madem, yıldız gibi kayıp gelsen ya baba...

Birkaç saniye sonra, önüme bir gölge düştüğünde başımı kaldırdım ve ayakta durmuş, şemsiyesinin altından beni izleyen Hazer’i gördüm. Etraftaki ışık zayıf olduğu için yüzündeki ifadeyi seçemiyordum ama çenesinin titrediğini görüyordum. Dudaklarımı sıkıp hıçkırmamak için direndiğimde bir şimşek mavi ışığıyla etrafı aydınlattı ve Hazer’in amber gözleri, kırık kalbim gibi tuzla buz oldu.

Zarafetle tek dizinin üzerine eğildiğinde şemsiyesi beni de korumaya başladı. Yüz yüze geldiğimizde ve etrafımı onun sıcaklığı sardığında, kirpiklerimi kırpıştırarak varlığına olan aşinalığımı hissettim. Hazer tek dizinin üzerindeyken elinden birini kaldırdı ve yüzüme yaklaştırdı. Yakından gördüğümde çehresinin ve saçlarının ıslandığını fark ettim. Eli yüzümün çevresinde oyalandı ve sonra hiçbir şey yapamadan aşağıya indi. “Ağlama,” dedi boğuk bir ses tınısıyla. “Sen ağlayınca bir tuhaf oluyorum...”

“Babamla kavuştuğuma inanamıyorum hâlâ...”

Hazer bir an omzumun üzerinden arkaya, mezara bakarak başını salladı. “O da seni özlemiştir bence.”

“Teşekkür ederim,” dedim ani şekilde. Yağmur taneleri şemsiyenin üzerine pıt pıt düşüyor, rüzgâr hançer kadar keskin şekilde çarpıyordu. Karşısında, ayazda kalmış, titriyordum. Minnetle tekrarladım. “Babamı buldun, beni buraya getirdin. Ne kadar da güçlüsün, gerçekten dağ gibisin...”

Yakıcı bakışları benden bir an bile kopmadan uzandı ve aramızda dalgalanan saçlarımı kenara çekti. Ama elini çekemedi, parmakları saçlarımın arasında kalırken, “Gece Yarısı Güneşi,” dedi aniden, daha önce dediği gibi. Parmağını saçımın etrafına doladı ve o şarkı çalmaya başladı. Hazer, ruhumu dansa kaldırıyorsun. Aynı şarkıyı o da duydu ve her ikimiz de dönüp kalbimize baktıktan bir saniye sonra tekrar birbirimize baktık. Hazer güçlükle nefes alabildi. “Bu dağın üzerindeki tüm karı eritiyorsun.”

“Hazer,” diyebildim.

“Ben,” dedi ve sustu. Ay ışığına minnet duyarak onun kemikli çehresine baktım. Yüzünde dağılan çilleri izlerken, devam etmesini sabırsızlıkla bekledim. Kaşlarını olumsuz bir duygusunu yatıştırmak ister gibi çatmıştı ve dudağını acımasızca ısırıyordu.

Çok üzgünsün, eğer izin verirsen… seni çiftliğime götürmek istiyorum...” Gözyaşım eline düşünce irkildi. “Hafta sonunu orada geçirelim, sana da iyi gelir. Acaba benimle gelir misin? Hem benim atlarım var, onları çok sever...”

O tüm bunları söyleyerek iffetle koruduğum kalbimi adeta yumruğunun içine almaya teşebbüs ederken, ansızın sessizliğimizi bir telefon sesi doldurdu. Eş zamanlı olarak irkildiğimizde, “Lo siento,” dedim telefonum çalarak konuşmasını kestiği için. 

Telefonumu pantolonumun arka cebinden çıkardım ve kayıtlı numaraya şaşkınca baktıktan sonra yanıtlayarak telefonu kulağıma götürdüm. Hazer tüm bu süre içinde ateş misali sıcak gözlerini kısmış beni izlerken, “Alo, Safir?” diyen sese kulak verdim. Kalbim duyacaklarımın belirsizliğine tepki göstererek sıkıştı.

“Ben Eyüp Çocuk Yuvası’ndan arıyorum, Müdire Hanım... Kusura bakma Safir, seni bu saatte rahatsız ediyorum ama acil bir durum vardı.” Bir anlık sessizlik oluştuğunda kalbime hüzün oturdu.

“Senin kardeşine düşkünlüğünü bildiğimden haber vermek istedim... Bir aile Leo’yu evlat edinmek istiyor.”

BÖLÜM SONU.